Türkiye’de uzun yıllardır tartışılan ama bir türlü istenen düzeye ulaşamayan kentsel dönüşüm meselesi hakkında 2Eylül Gazetesi ve 2Eylül Haber’e konuşan Eskişehir Teknik Üniversitesi Yer ve Uzay Bilimleri Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Alper Çabuk, “Türkiye’de kentsel dönüşümün istenilen düzeye ulaşamamasının altında yatan nedenler çok katmanlı, çok aktörlü ve çok boyutludur. Bu sorunu sadece teknik bir eksiklik, hukuki bir boşluk ya da yönetsel bir zafiyet olarak görmek yeterli olmayacaktır. Kentsel dönüşüm, sadece fiziksel yapıların yenilenmesinden ibaret olmayan; sosyal dokuyu, ekonomik sürdürülebilirliği, çevresel bütünlüğü ve kültürel devamlılığı aynı anda gözetmesi gereken çok yönlü bir planlama ve uygulama sürecidir. Ancak ne yazık ki bugüne kadar bu bütüncül bakış açısını yeterince içselleştirememiş bir dönüşüm pratiğiyle karşı karşıyayız” dedi.
TOPLUMSAL YENİLENME
Yerel yönetimlerin planlı gelişim yerine genişlemeci yaklaşımları benimsemesinin afet riski taşıyan alanların dönüşümünü imkansız hale getirdiğini ifade eden Çabuk, “Türkiye’deki kentsel dönüşüm uygulamalarının önemli bir kısmı, afet riski taşıyan bölgelerde güvenli yapıların oluşturulması amacıyla başlamış olsa da zamanla farklı amaçlara evrilmiştir. Özellikle rant odaklı yaklaşımların sürece hâkim olması, dönüşümün özünden sapmasına neden olmuştur. Bunun en çarpıcı örneği ise yeni yapılaşma alanlarının plansızca imara açılmasıdır. Oysa bilimsel veriler ve sürdürülebilir kentleşme prensipleri, yeni alanları imara açmak yerine mevcut yapı stokunun yenilenmesini, dayanıklı hale getirilmesini ve afetlere karşı dirençli kentsel dokuların oluşturulmasını önermektedir. Yerel yönetimlerin planlı gelişim yerine genişlemeci yaklaşımları benimsemesi, mevcut yapı stoğunun dönüşmesini zorlaştırmakta ve yatırımcıları yeni yapılara yönlendirmektedir. Bu da eski yapıların kaderine terk edilmesine yol açmakta, kent merkezlerinde afet riski taşıyan alanların dönüşümünü neredeyse imkânsız hale getirmektedir. Diğer bir temel sorun, kentsel dönüşümün yalnızca “fiziksel yenileme” olarak algılanmasıdır. Oysa bu süreç aynı zamanda bir toplumsal yenilenme ve ekonomik güçlenme fırsatı olarak görülmelidir.
CİDDİ GÜVEN SORUNLARI
Toplumun dönüşüme katılımını sağlayacak mekanizmalar kurulmadan, süreci yalnızca üstten inmeci bir anlayışla yönetmek hem toplumsal direnç yaratmakta hem de projelerin başarısız olmasına neden olmaktadır. 6306 Sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’un uygulamasında yaşanan güçlükler, bu çerçevede dikkat çekicidir. Kanunun temel amacı afet riskini azaltmak olsa da, uygulamada finansal yetersizlikler, mülkiyet sorunları, planlama hataları, toplumsal kabul eksikliği, çevresel etkiler ve yasal karmaşalar gibi birçok engel sürecin sağlıklı işlemesini sekteye uğratmaktadır. Özellikle halkın yeterince bilgilendirilmemesi, hak kayıplarına yol açabileceği yönündeki endişeler ve belirsizlikler, yerel düzeyde ciddi güven sorunları doğurmaktadır. Bu durum, riskli yapıların tahliyesinde ciddi gecikmelere neden olmaktadır. Yine sürecin merkezine “dirençli kent” kavramının yeterince yerleştirilmemesi de önemli bir eksikliktir. Oysa dirençlilik; sadece yapı bazında değil, aynı zamanda altyapı, ulaşım, enerji, su yönetimi, sağlık hizmetleri, afet müdahale kapasitesi gibi tüm sistemlerin birlikte güçlendirilmesini gerektirir. Afet öncesi planlamalar yapılmadan, sadece afet sonrası müdahale kapasitesi artırılarak kentsel dönüşüm sağlanamaz. Nitekim 6 Şubat 2023 depremleri de bu gerçeği tüm açıklığıyla ortaya koymuştur. Yapılan tatbikatların sahaya etkisinin sınırlı kalması, toplumsal farkındalığın yetersizliği ve yapı stoğunun kırılganlığı, afet sonrası müdahale süreçlerini oldukça zora sokmuştur. Bu tablo, şehirlerimizin ne denli hazırlıksız olduğunu açıkça göstermiştir” şeklinde konuştu.
ŞEHİRLERİMİZ HAZIRLIKSIZ
Kentsel dönüşüm sürecinin merkezine “dirençli kent” kavramının yeterince yerleştirilmemesinin de önemli bir eksiklik olduğunu belirten Çabuk, “Oysa dirençlilik; sadece yapı bazında değil, aynı zamanda altyapı, ulaşım, enerji, su yönetimi, sağlık hizmetleri, afet müdahale kapasitesi gibi tüm sistemlerin birlikte güçlendirilmesini gerektirir. Afet öncesi planlamalar yapılmadan, sadece afet sonrası müdahale kapasitesi artırılarak kentsel dönüşüm sağlanamaz. Nitekim 6 Şubat 2023 depremleri de bu gerçeği tüm açıklığıyla ortaya koymuştur. Yapılan tatbikatların sahaya etkisinin sınırlı kalması, toplumsal farkındalığın yetersizliği ve yapı stoğunun kırılganlığı, afet sonrası müdahale süreçlerini oldukça zora sokmuştur. Bu tablo, şehirlerimizin ne denli hazırlıksız olduğunu açıkça göstermiştir. Ayrıca kentsel dönüşüm süreçleri, iklim değişikliği ile mücadelede de kritik bir araç olarak değerlendirilmelidir. Ancak bugüne kadar yürütülen projelerde yeşil alan kaybı, çevresel etkilerin göz ardı edilmesi, enerji verimliliği kriterlerine yeterince yer verilmemesi gibi nedenlerle bu potansiyel de heba edilmiştir. Kentsel dönüşümün, doğaya dayalı çözümleri teşvik eden, su yönetimi, karbon ayak izi, yeşil altyapı ve enerji etkinlik gibi unsurları da dikkate alan bir vizyonla yeniden ele alınması elzemdir.
NİTELİKLİ UZMANLAR YETİŞTİRİYORUZ
Toplumsal, çevresel ve ekonomik sürdürülebilirliği aynı anda gözeten bir kentsel dönüşüm yaklaşımı için nitelikli insan kaynağı, gelişmiş teknolojik altyapı ve bilimsel araştırmalar büyük önem taşımaktadır. Bu noktada üniversitelerimiz önemli bir rol üstlenmelidir. Eskişehir Teknik Üniversitesi (ESTÜ) olarak, özellikle Yer ve Uzay Bilimleri Enstitümüz bünyesinde sürdürülebilir kentleşme, afet yönetimi ve dirençlilik konularında çok disiplinli bilimsel çalışmalar yürütüyoruz. ESTÜ-Net Sismik Ağı ve ESQUAKE Sismik İzolatör Test Laboratuvarı gibi altyapılarımızla hem deprem riski haritalarının çıkarılması hem de yapı güvenliğinin teknik olarak test edilmesi yönünde aktif katkılar sağlıyoruz. Ayrıca yüksek lisans ve doktora düzeyinde eğitim programlarımızla bu alanda nitelikli uzmanlar yetiştiriyoruz. Son olarak altını çizmek istediğim husus, kırsal dönüşüm konusudur. Bugün kentlerde yaşanan çarpık yapılaşma, plansız nüfus artışı, altyapı yetersizlikleri ve sosyal kırılganlıklar büyük ölçüde kırsaldan kente göçün bir sonucudur. Oysa kentsel dönüşümün başarısı, kırsal alanların güçlendirilmesiyle mümkündür. Tersine göçü teşvik edecek politikalar üretmeden, kırsalı cazibe merkezi haline getirmeden, kentlerdeki baskıyı azaltmak mümkün değildir. Bu nedenle tarım, hayvancılık, kırsal istihdam ve kırsal altyapı yatırımlarını entegre eden bir kırsal dönüşüm politikası geliştirilmelidir. Gıda güvenliği, su kaynaklarının korunması, enerji verimliliği ve afetlere dirençli yaşam alanları ancak bu bütüncül yaklaşımla mümkün olabilir” ifadelerini kullandı.
TEMEL BİLEŞENLER GÖZ ARDI EDİLDİ
Kentsel dönüşümün sadece yapısal değil, aynı zamanda sosyal bir dönüşüm süreci olduğunu ifade eden Çabuk bu konuda izlenmesi gereken stratejileri şöyle anlattı; “Kentsel dönüşüm, yalnızca fiziksel mekânların yenilenmesiyle sınırlı bir teknik müdahale değil; aynı zamanda toplumsal yaşamın tüm bileşenlerini etkileyen, kültürel kodları dönüştüren ve yerleşik sosyal ilişkiler ağını yeniden şekillendiren karmaşık bir süreçtir. Bu nedenle, toplumsal kabul meselesi kentsel dönüşümün en kritik kırılma noktalarından birini oluşturmaktadır. Ne yazık ki Türkiye’de bu süreç, çoğu zaman yalnızca mülkiyet ve yapı ölçeğinde ele alınmış; mahalle kültürü, aidiyet duygusu, sosyal dayanışma ve mekânsal hafıza gibi sosyal dokuyu oluşturan temel bileşenler göz ardı edilmiştir. Öncelikle şunun altını çizmek gerekir: İnsanlar sadece binalarda değil, ilişkilerde, komşulukta, sokakta, pazarda, çocuklarının oynadığı parkta yaşar. Bu nedenle bir binayı yıkmak, yalnızca betonarme bir kütleyi ortadan kaldırmak değildir; bir toplumsal hafızayı, bir kimliği, bir yaşam tarzını da yerinden etmektir. Kentsel dönüşüm projelerinde halkla yeterince ve doğru şekilde iletişim kurulmadığında, bu durum haklı olarak bir tehdit olarak algılanmakta; insanlar yerlerinden edilmeleriyle, kültürel bağlarını kaybetmeleriyle ve sosyal yalnızlaşmayla karşı karşıya kalacaklarını düşünmektedir. Nitekim birçok projede yaşanan yerinden edilme deneyimleri, dönüşüm kavramını halk nezdinde bir belirsizlik ve güvensizlik unsuru haline getirmiştir. Toplumsal kabul eksikliğinin temelinde, halkın sürece yalnızca bir sonuç nesnesi olarak dahil edilmesi yatmaktadır. Oysa kentsel dönüşüm, katılımcı planlama ilkelerine göre tasarlanmalı ve uygulanmalıdır. Bu, halkın yalnızca bilgilendirilmesi değil, aynı zamanda karar alma süreçlerine etkin katılımının sağlanması anlamına gelir. Burada bilgiye erişim hakkı, şeffaflık, diyalog ve müzakere kültürü gibi demokratik yönetişim ilkeleri devreye girer. Katılım, sürecin her aşamasında sürekli ve yapılandırılmış bir şekilde yürütülmelidir. Sadece bir toplantı yapmakla ya da bir anket düzenlemekle toplumsal katılım sağlanmış olmaz; bu ancak sürekli geri bildirim döngülerine dayanan, karşılıklı güvenin inşa edildiği bir süreçle mümkündür.”
İNŞAAT DEĞİL İNSAN ODAKLI OLMALIDIR
“Türkiye’de kentsel dönüşümün yalnızca ‘inşaat odaklı’ değil ‘insan odaklı’ bir politika haline getirilmesi zorunludur” diyen Çabuk şunları söyledi; “Kentsel dönüşüm projelerinin sosyal etkilerinin değerlendirilmesi, planlama sürecinin ayrılmaz bir parçası olmalıdır. Bugüne kadar yapılan en büyük hatalardan biri, sosyal etki analizlerinin ya hiç yapılmaması ya da yalnızca biçimsel belgelerle sınırlı tutulmasıdır. Oysa bir dönüşüm projesinin, o alandaki gelir dağılımına, sosyal tabakalaşmaya, etnik ve kültürel yapıya, toplumsal dayanışma ilişkilerine, hatta gündelik yaşam pratiklerine olan etkisinin çok boyutlu olarak incelenmesi gerekmektedir. Ayrıca bu süreçte “kırılgan gruplar” dediğimiz yaşlılar, engelliler, çocuklar, kadınlar ve düşük gelirli bireyler gibi kesimlerin özel ihtiyaçları mutlaka dikkate alınmalıdır. Evinden edilen yaşlı bir bireyin, yeni yerleşim alanında sosyal çevresinden yoksun kalması, ciddi bir ruhsal ve fiziksel çöküş anlamına gelebilir. Bu nedenle sosyal etki analizi, teknik bir gereklilik değil, insani bir sorumluluk olarak görülmelidir. Türkiye'de birçok dönüşüm projesinde yaşanan ortak sorunlardan biri de, insanların mevcut mahallelerinden farklı sosyal ve kültürel yapılara sahip yeni yerleşim alanlarına taşınmalarıdır. Bu durum, sosyal ayrışmayı artırmakta, komşuluk ilişkilerini zayıflatmakta ve bireylerin yeni yaşam alanlarına entegrasyonunu zorlaştırmaktadır. Üstelik bu yeni yerleşim alanları çoğu zaman yeterli altyapıya, kamusal hizmetlere, ulaşım olanaklarına sahip değildir. Dolayısıyla dönüşüm, insanları sadece fiziksel olarak değil, toplumsal olarak da yerinden etmektedir. Oysa ideal bir kentsel dönüşüm, yerinde dönüşüm ilkesini esas almalıdır. Mevcut mahalle kültürünü koruyarak, yapı stoğunu iyileştirerek, sosyal dokuyu bozmadan gerçekleştirilmelidir. Türkiye’de kentsel dönüşümün yalnızca “inşaat odaklı” değil “insan odaklı” bir politika haline getirilmesi zorunludur. Bunun için sosyal bilimciler, psikologlar, sosyologlar, iletişim uzmanları, yerel kanaat önderleri gibi çok çeşitli aktörlerin sürece dahil edilmesi gerekir. Sadece mühendislik ya da mimarlık bakışıyla yürütülen projeler, toplumsal boyutu ihmal ettiklerinden ötürü başarısızlığa mahkûmdur.
KENTSEL DÖNÜŞÜM ADALET TESTİDİR
Bu noktada üniversitelerin toplumsal katkı misyonları devreye girmeli; akademik bilgi, yerel yönetimler ve toplumla buluşmalıdır. Örneğin Eskişehir Teknik Üniversitesi olarak bizim de katkı sunduğumuz projelerde, yalnızca fiziksel yapıların değil, sosyal sistemlerin de dirençli hale getirilmesi hedeflenmiştir. Kentsel dönüşüm süreci aynı zamanda bir “adalet testi”dir. Sosyal adalet, mekânsal adalet ve kuşaklar arası adalet ilkeleri dikkate alınmaksızın yürütülen her dönüşüm girişimi, eşitsizlikleri derinleştirme ve yeni mağduriyetler yaratma potansiyeline sahiptir. Bu nedenle kentsel dönüşüm, sosyal bütünleşmeyi teşvik eden; yoksullukla mücadeleyi destekleyen; kültürel çeşitliliği koruyan ve kent hakkını herkes için erişilebilir kılan bir stratejiyle kurgulanmalıdır. Sadece konut üretmek değil, sürdürülebilir topluluklar oluşturmak amaçlanmalıdır. Sonuç olarak, kentsel dönüşümün başarısı teknik çözümlerden çok toplumsal meşruiyete bağlıdır. Halkın sürece güven duymadığı, yerinden edilme kaygısının giderilmediği, mahalle kültürünün yok sayıldığı bir dönüşümün başarılı olma şansı yoktur. Bu nedenle tüm aktörlerin, dönüşümün merkezine insanı koyması ve kararları bu temel ilkeye göre alması gerekmektedir. Ancak o zaman daha yaşanabilir, adil ve dirençli şehirler inşa edebiliriz. Sonuç olarak Türkiye’de kentsel dönüşümün istenilen düzeye ulaşamamasının temel nedenleri arasında parçacı ve kısa vadeli yaklaşımlar, toplumsal katılımın yetersizliği, çevresel ve sosyal boyutların ihmal edilmesi, finansal sürdürülebilirliğin sağlanamaması ve en önemlisi de bilimsel temellere dayalı bir stratejik vizyon eksikliği yer almaktadır. Oysa başarılı bir kentsel dönüşüm, uzun soluklu, kapsayıcı ve disiplinler arası bir planlama süreciyle mümkündür. Bugün yapılacak her doğru adım, geleceğin dirençli, sürdürülebilir ve yaşanabilir şehirlerini kurmak adına atılmış bir temel olacaktır.”
Kaynak: 2Eylül Haber