Geçen haftanın anahtar kelimesi 'nükleer' idi: Sinop nükleer santral plan değişikliği iptal davası, Muğla Eğitim ve Araştırma Hastanesi Nükleer Tıp Ünitesi “radyoaktif skandal” iddiaları ve ABD-İran nükleer görüşmelerinin yeniden başlaması.
Hastane bazlı nükleer sızıntı, radyoaktivite kötüye kullanımı haberleri giderek sıklaşıyor. Son dönemlerde Muğla dışında İstanbul Çam ve Sakura Şehir Hastanesi, İzmir’de Dokuz Eylül Üniversitesi de bu bağlamda haber konusu oldular.
Halk arasında ‘ışın tedavisi’ olarak anılan radyoterapi, radyoloji ünitelerindeki bilgisayarlı tomografi (BT) ve tüm röntgen filmleri, nükleer tıp birimlerinde yer alan PET, sintigrafi gibi işlemlerde radyoaktivite söz konusu olup rolleri hayatidir.
Radyasyon, modern tıpta vazgeçilmez bir unsur. Uygunsuz kullanım veya ihmali halk ve çalışan sağlığı için ciddi risk. Taşıdığı riskler mühendislik açısından teknik bir sorun olmanın ötesinde politik ve iktisadi arka plana sahiptir.
Hastanede tıbbi cihazlardan radyoaktif sızıntı, genellikle radyasyon yayan cihazların uygunsuz kullanımı, bakım eksikliği veya cihazın hasar görmesi sonucu çevreye kontrolsüz radyasyon yayılması anlamına gelir. Bu hem sağlık çalışanları hem de hastalar için ciddi sağlık riskleri taşır.
Hastanelerde radyoaktif sızıntı gibi teknik sorunların artması ile sağlığın piyasalaşması ve neoliberal sağlık politikaları arasındaki bağ aşikar.
Hekim meslek örgütü TTB, “Radyoaktif Skandalı”nın sebebi sağlığın piyasalaştırılmasıdır; başka bir sağlık sistemi kurmadıkça sağlıkta skandal eksik olmayacak!” diyordu geçen hafta basın açıklamasında.
Neoliberal sağlık politikaları son on beş yılda her geçen gün daha fazla gündelik hayatımıza sirayet etmekte:
-Kamusal sağlık kurumlarının gerilemesi,
-Sağlıkta özelleştirme, taşeronlaştırma, bir örtülü özelleştirme yöntemi olarak şehir hastaneleri
-Performans ve kâr odaklı yönetim
-Sağlığın hak olmaktan çıkıp metalaştırılması
Tüm bunlar sağlıklılık değil eşitsizlik, risk ve kriz üretiyor.
Radyoaktif sızıntılar ya da son Muğla örneğinde görüldüğü üzere kötüye kullanım iddiaları, neoliberal sağlık sistemlerinin yol açtığı görünmez krizlerden sadece birisi.
Sağlığın piyasalaşması ile hastanelerde radyoaktif risk artışı paralel seyrediyor. Peki neden? Dünya ölçeğinde kısa bir literatür taraması yeterli ipuçları sunuyor:
-Bakım ve denetimlerin maliyetten kaçınma nedeniyle aksaması
-Özel hastanelerde teknik servislerin ertelenmesi
-Kamu hastanelerinde bütçe kısıtlamaları
-Güvencesiz ve eğitimsiz personel kullanımı
-Taşeron teknikerler, kısa süreli kontratlar
-Radyasyon güvenliği eğitiminin zayıflığı
-Şeffaflık ve denetim zafiyeti
-İtibar ve kâr kaygısıyla vakaların gizlenmesi
-Toplumun riskten habersiz bırakılması
Sağlık sisteminde etik ve güvenlik kadar kamusal sorumluluğun da tarumar olduğu bir sır değil. Yeniden inşa edilmeden bu tür risklerin kalıcı hale geleceği aşikar.
Elbette hastane odaklı radyasyon krizleri bize özgü değil. 1987’de Brezilya’da Goiânia felaketi hâlâ hafızalarda. Kâr için hurda olarak satılan bir radyoterapi cihazı yüzlerce kişiyi etkilemişti sonrasında. Yine 1983’de Mexico City’de denetim eksikliğine bağlı olarak radyoaktif maddelerin halkın yaşam alanına karışmıştı. Tüm bu örnekler sağlıkta piyasalaşmanın tezahürleri.
Muğla’da yaşanan güncel hastane odaklı radyoaktivite skandalı TTB açıklamasında şöyle yer almıştı: “Haberler ve Muğla Tabip Odamızın derlediği bilgilerden öğrendiğimiz kadarıyla; nükleer tıp hizmetlerinin özel bir şirketten satın alınması sonucunda bazı hastalara (tiroid görüntülemelerinde) gereğinden fazla dozda, bazı hastalara (kalp görüntülemelerinde) olması gerekenden daha az dozda radyoaktif madde verilerek hastaların hayatı riske atılmış görünüyor.”
TTB’nin de belirttiği üzere yıllardır devam ettiği anlaşılan bu yanlış uygulamaların “kaç hastanın kalp krizi geçirmesine, kaç hastada tiroid kanseri ve başka kanserlere neden olduğuna dair henüz yeterli veri olmasa da çok hastaya zarar verdiği şimdiden söylenebilir.”
Bilindiği üzere yüksek doz radyoaktif maddelerin bazı olumsuz etkileri yıllar sonra ortaya çıkıyor. Hasılı bugünü ve geleceği ilgilendiren vahim bir tablo söz konusu. Aynı kurumda bir başka iddia “Bazı tetkiklerde daha pahalı malzeme fatura edip daha ucuz malzeme kullanılarak SSK’nin dolandırıldığı”, yine “Kâr odaklı hastalara gereğinden az etkin maddenin verildiği” yönünde.
Tıbbi cihazlardan sızan radyasyon, hastane koridorlarında sessizce dolaşırken; başka bir kentte nükleer santral ihaleleri açılıyor.
Mikro düzeyde hastanelerde yaşanmış her radyoaktif sızıntı; izleme, bildirim, müdahale ve şeffaflık eksikliğiyle sağlık sisteminin radyolojik güvenliğe ne kadar hazırlıksız olduğunu gösterir.
Makro düzeyde ise nükleer santral inşası, salt enerji üretim stratejisi olmayıp, aynı zamanda uzun vadeli bir halk sağlığı taahhüdüdür.
Hastane içindeki bu lokal sızıntı, nükleer enerjili bir geleceğe dair ulusal kapasitenin sınırlarını ele verir. “Şeffaflığın, hesap verebilirliğin ve bilimsel denetimin olmadığı bir zeminde nükleer enerji değil, nükleer belirsizlik üretilir.”
Hasılı, yaşananlardan ders çıkarmak gerekiyor. TTB’nin de dediği üzere “Başka bir sağlık sistemi mümkün.”
Bir kez daha gördük ki hekimlerin, sağlıkçıların mesleki özerkliği ve basın özgürlüğü halkın sağlık hakkı için elzem.
Sağlıcakla kalın.