Deniz Burak BAYRAK
Eğitim sistemi Türkiye’de tam anlamıyla bir ‘yap-boz’a döndü. Sistem, atanmayı bekleyen öğretmenler, yetersiz sınıflar, şiddet gören öğrenciler ve eğitim emekçileri, hak savunusu ile kolektif mücadeleyi yeterli düzeyde gerçekleştiremeyen, ayrışmış sendikalarla tam bir kördüğüm aslında.
Johnna Adams’ın kaleme aldığı ve geçtiğimiz günlerde Müze Gazhane’de prömiyeri gerçekleştirilen ‘Gidion’ın Düğümü’ adlı oyun, izleyenleri yine başka bir kördüğüm konulardan birine, çok katmanlı bir veli-öğretmen ilişkisine götürüyor. İBB Şehir Tiyatroları’nın sahneye koyduğu ödüllü oyun, ülke çapında çığır açmaya ve tartışmalar yaratmaya aday bir yapıt.
NET BİR GERÇEK YOK
Oyun, sınıf ortamına dönüştürülmüş bir meydanda geçiyor. Renkli sandalyeler ve masalar, panoya asılmış resimler ve dekorun minimal boyutlarından buranın bir ilkokul olduğunu anlıyoruz. Özge Özder’in canlandırdığı Corryn Fell, oğluna neden uzaklaştırma cezası verildiğini öğrenmek için okula geliyor ve Deniz Kaymak’ın canlandırdığı öğretmen Heather ile gerilim ve tartışma dolu bir diyalog başlıyor. Tartışma sürdükçe Corryn, oğlu Gidion’ı tanımaya başlıyor ama öğretmeninin onu ne kadar yanlış tanıdığı da açığa çıkıyor; çözülmesi neredeyse imkânsız bir düğümle anne ve öğretmen iç içe geçiyor. Peki tartışmalar sürerken kahramanlar düğümü çözmek için çabalayacaklar mı? Yoksa düğümü bir bıçakla kesip atacaklar mı? Son derece ‘ters köşe’ ve şaşırtıcı bir kurgusu olan Gidion’ın Düğümü’nün büyüsünü kaçırmamak için daha fazla ayrıntı vermeyelim. Sözü oyunun yönetmeni Ersin Umulu ve dramaturgu Hatice Yurtduru’ya bırakalım.

Ersin Umulu oyunun bir hesaplaşma oyunu olmasından bahisle, “Oyunun söylemek istediği bir çok şey var: akran zorbalığı, sansür, yaratıcılık, deha olmak, sosyopat olmak, iyi bir ebeveyn ya da öğretmen olmak vb. Öğretmenliğin sorumluluğu nerede başlıyor, nerede bitiyor? Bir annenin çocuğu doğurması ve doğurduktan sonra onun sorunlarıyla ilgilenmesi, ona iyi bir veli olması… Metin bunları sorgulatıyor. Seyirci de oyunu izlerken veya çıkınca bu soruları kendisine soracak. ‘Ben iyi bir anne miyim? İyi bir baba mıyım?’ sorularını yaratacak” diyor.
Umulu şöyle sürdürüyor sözlerini: “Yazar kurguda öyle düğümler atıyor ki biz çözülen her düğümün ardından başka bir düğümle karşılaşıyoruz. Bir problem çözüldü derken hikâyenin sonuna kadar bu düğümler gittikçe sıklaşmaya başlıyor. Finalde herkesin göğsünde bir düğüm oturmuş olarak kalıyor çünkü bu oyunun net bir gerçeği yok, seyirciye bırakıyor yazar.”

Oyunun dramaturgu Hatice Yurtduru, öne çıkarmaya çalıştıkları unsur ya da duyguları anlatırken “Şiddet ana ekseni üzerinde bir çatı oluşturduk çünkü hem yetişkinlerin hem de çocukların dünyasında bir şiddet söz konusuydu. Sahne üzerinde yetişkinlerin birbirine uyguladıkları fiziksel ve psikolojik şiddeti görürken hikâyenin ana ekseninde çocukların birbirine uyguladıkları fiziksel ve psikolojik şiddet anlatılıyor” diyor ve ekliyor: “Toplumumuzda ev içi şiddet çok yaygın; özellikle kadınlara ve çocuklara yönelik olanı. Bu anlamda eser bize çok yakın. Seyirci kendisiyle yüzleşecek… ‘Ben çocuğuma yeteri kadar zaman ayırabiliyor muyum? Çocuğumu tanıyor muyum?’ Bizim için tek gerçek, derslerde başarı. Bu oyun çocuğunuza, eğitim sistemine, kendinize farklı bakmanızı sağlayacak.”
SANATIN EVRENSEL DİLİ
Bu iki kadının, içinde bulundukları baskı ve şiddet ortamında erkeklerin olmadığını ifade eden Yurtduru, “Burada söz konusu olan iki farklı kadının, dünyaya bakışı ve hayatlarındaki kayıplara karşı duruşlarıydı; bunu ön plana çıkarttık. Farklı olarak ise çocuğun unutulmamasını sağlamak istedik. Sahnede birebir görülmese de varlığını hissettirecek figürler seçtik. Bunu bilinçli olarak yaptık çünkü bir süre sonra yetişkinler dünyasında çocuk yok oluyordu. Oyunun bütününde iki masum kadın, iki masum çocuk var ve biz oyunu izlerken bunu unutuyoruz” diyor. Yurtduru, sanatın evrensel dilini kullandıklarını belirtiyor: “Günümüz Türkiye’sinde kadın olmak, yalnız bir ebeveyn olmak, tek başına bir çocuk büyütmek, o çocuğun sorumluluğu, ergenlik ve ergenliğin getirdiği problemlerle baş etmek, çalışmak, üretmek, başarılı olmak ve tüm bunların yarattığı baskıya rağmen ayakta durmak çok zor. Yalnız bir kadını ayakta tutan tek dayanak çocuğu, ailesi, arkadaşı bazen de evcil hayvanı… İşte bu dayanağı kaybettiğinizde çöküyorsunuz. Bir de bu kayıp ani olduğunda etkisi daha derin oluyor. Ülke ve kültür ayrımı olmadan yaşamın getirdiği acılar… Bu nedenle bir kriter gözetmeden sanatın evrensel dilini kullandık..”
Oyunu mart ayı boyunca Müze Gazhane Meydan Sahne’de izleyebilirsiniz.